Profil

Fatma Katırcıoğlu

Sosyolog & Yazar & Aile Danışmanı
1988'in sıcak bir Haziran günüydü, annemin sancıları biraz erken tuttu ve tam da babamla evlilik yıldönümlerinde ben doğdum. Elbette hatırlamıyorum ama böyle anlatıldı, inandım. Aradan geçen yılları çok hatırlamamakla birlikte kendimi Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünde buldum, ardından İstanbul Üniversitesi'nden Pedagojik Formasyon ve Aile Danışmanlığı Sertifikası aldım. Psikoloji kişisel ilgi alanımdır ve gerekli eğitimleri alarak uzmanlaşma girişimlerim devam ediyor. Sayfamda yazılarımı, hikayelerimi, gezilerimi, fotoğraflarımı, içimde saklanan ve belki de ömrüm boyunca ulaşamayacağım kadına dair paylaşımlarımı bulacaksınız.

Ben Senin Annen Değilim

Terk edilmek: Her insanın ilk beş korkusu arasına girebilecek kadar yıkıcı bir deneyim.

Terk edildiğimizde, çok aşık değilsek dahi kahroluruz. Ölüm gibi bir gerçekliği kabullenebildiğimiz halde, terk edilmeyi sindiremeyiz. Peki neden? Çünkü ölüm dışsal bir etkenden kaynaklıdır, bizden bağımsız gerçekleşir, engel olabileceğimiz bir yönü yoktur. Kişiyi biz öldürmediğimiz müddetçe, baş etmemiz gereken tek şey özlemi olacaktır.

Fakat terk edilmek...

Çoğu zaman tamamen bizden kaynaklı nedenlerden terk edildiğimizi düşünüyoruz; vazgeçilen olduğumuzu. Maalesef ki egomuzun bunu kabullenmesi bir hayli güç. Bizim sevilmeyecek nasıl bir niteliğimiz olabilir, değil mi? Ne mümkün? Karşı taraf bizdeki güzellikleri göremiyor muhtemelen. Ya da artık görmek istemiyor. Kimi zaman avunuruz bu tesellilerle, kimi zaman ise herhangi bir telkin işe yaramaz, yine kabahati şahsımızda aramaya başlar, mahvolur, duygusal olarak zayıflaştıkça zayıflaşırız. Bir neşeli bir depresif, bir unutan bir özleyen, bir "İyi ki bitti," bir "Keşke şimdi kapı çalsa, gelen o olsa," diyen hallerimizle muhatap oluruz. Bazılarımız  iki-üç ay, bazılarımızsa yıllara yayarak atlatır bu süreci. Fakat bu döngü mutlaka yaşanacaktır.

Terk edilmek, herkes için son derece olasıdır ancak yine de birçocuğumuzun kâbusudur, dedim ve bir adım öteye götürüyorum; bence kadınlardan çok erkeklerin karabasanı. Kendilerinin temel yaşam fonksiyonları bile -genelde- bir kadın tarafından takip edildiği, düzenlendiği için erkek, kadının yokluğu gibi bir seçenekten aşırı derecede ürküyor. Bu korkunun en belirgin şekilde karşımıza çıktığı yer ise; eş seçimi.

Tam burada, araya küçük bir bilgi ekleyeyim; evrimsel psikolojiye göre, erkekler annelerinin kemik yapısına benzeyen kadınlara âşık olurlar. Üstelik bu bilinçsiz seçim, yalnızca fiziksel benzerliği değil, karakter benzerliğini de içerir. Bu bilgi eşliğinde, biraz daha derinlere salalım ipin ucunu:

Erkek için anne nedir?

Anne; oğluna sevgisi, ne olursa olsun, bitmeyecek tek insan.

Oğlu günlerce eve gelmese de, nerede olduğunu sorgulamayacak, eşikten adımını attığı an boynuna sarılacak ve özlemini dile getirecek bir kadın.

Arkasını toplayacak fakat yine hiç ses çıkarmayacak bir kadın.

Başka kadınlarla ilişkilerini bilecek ve buna karışmayacak, hatta oğlunun sırtını sıvazlayacak bir kadın.

Gelin-kayınvalide çekişmeleri yaşansa da oğlunun hayatındaki kadına müdahale edemeyecek, er geç onunla iyi geçinmeyi öğrenecek bir kadın.

Oğlunu asla eleştirmeyecek, onun karakterine göre şekil alacak ve onu ikna etme yöntemleri geliştirecek kadın.

Her durumda şefkatli olacak ve merhametini esirgemeyecek bir kadın.

Ve en mühimi, çok büyük kabahatlerinde dahi oğlundan vazgeçmeyecek, onu asla “terk etmeyecek” bir kadın.

Terk eden oğul olsa da yine gönül koymayacak, bir yerlerde onun geri gelmesini bekleyecek, oğul geri döndüğünde ise hiç sitemsiz onu bağrına basacak kadın.

Bir yerden sonra “anne”yi mi tarif ettim, erkeklerin gözündeki “ideal eş”i mi, karıştırdım açıkçası. İfade sert gelebilir fakat erkekler “sevişebilecekleri anne” istiyorlar. Aldattığı, kötü davrandığı, fiziksel-psikolojik şiddet uyguladığı halde sevgilisinden/karısından vazgeçmeyen, kadın ayrılmak istediğinde öldürmeyi düşünen ve de uygulamaya koyan erkeklerin de sebeplerinden biri bu işte. O kadın, neye maruz kalırsa kalsın, gitmesin, kanaatkar olsun, affetsin istiyorlar; anneleri gibi!

Bunun en bariz örneği; birçok erkeğin, babaya boşanma sonrası yüklenen maddi sorumluluklara itiraz etmesi fakat “Kadınlar neden eşlerinden boşanmak istiyor, acaba?” diye bir kere dahi sorgulamaması. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanuna nefret kusan erkeklerin de tek savaşı bu: Kadının gitme kararı almasına neden olan tavırlarını değiştirmek istemiyorlar. Yasalar kadını korumamalı ki kadın maruz kaldığı her muameleyi sineye çekmeli, istese de gidememeli! Yalnızca geleneksel yaşam tarzını benimsemiş erkeklerin değil, klasik kadın-erkek rollerini aşmış gibi görünen, son derece entelektüel erkeklerin de arzusu aynı.

Kadına şiddet davası olan oğlunu savunmak için hâkimlikten istifa eden anneyi anımsıyorum. Oğlunu, bir suçlu olduğunda bile korumaya çalışıyor, cezasını çekip terbiye olmasına izin vermiyor. O çocuğun böyle bir annesi olmasaydı, hayır diyen kadına ısrarcı olur, ısrarlarına rağmen karşılık alamayınca zarar vermeyi düşünür müydü? Bence düşünmezdi. 

Evlenmek isteyen kadınlara, anlayışlı, affedici, şefkatli, merhametli, sevdiği adama kıyamayan bir imaj çizerlerse amaçlarına ulaşabileceklerini tavsiye eden birçok sosyal medya ünlüsüyle karşılaşmamızın sebebi de, maalesef erkeklerin anneleri gibi kadınlarda huzur bulduklarının bilinmesi. Kaçırdıkları nokta ise şu: Kadın ancak erkeğin istediği gibi olduğunda “evlenilecek kadın” unvanıyla "ödüllendiriliyor." Kadına ömrünü geçireceği kişiyi seçme hakkı verilmiyor. Evli erkekler, o kadınların tam hayalindeki erkekler mi ki kadınlardan erkeklerin hayallerindeki kadın olması bekleniyor? Kadına, "Erkeğin istediği gibi olmazsan evlenilmek üzere seçilmezsin," mesajı veriliyor sürekli, peki erkeklere var mı benzer bir baskı? Hayır. Erkeğin kendini törpülemesine, geliştirmesine, öğrenmesine ve davranış kazanmasına gerek duyulmuyor, her haliyle değerli olduğu fikri empoze ediliyor. Kadına gelince ise, erkeğe göre şekil alması gerektiği, aksi halde mutlu olamayacağı öğütleniyor. Çifte standart! Kadınları suçladığım düşünülmesin yalnız. Ataerkiyle baş etmek için böyle bir mücadele yöntemi türetmek zorunda kalan hemcinslerime üzülebilirim sadece; farklı seçenekleri olmadığını zannederek yitip giden ömürlerine... Suçlamak, tarihsel süreci yok saymak ve her şeyi son yirmi otuz yıllık veriyle değerlendirmek, dolayısıyla büyük hata yapmak olur. 

Haliyle, "Erkekleri değiştirmeye ömrümüz yetmeyecek, en azından böyle bir hayatı kabul edelim, bir yuva kurmuş oluruz," diyen kadınları anlamıyor değilim. Yalnız şu var ki; bu kabulleniş, size iyi davranan, arkanızdan iş çevirmeyen, yalan söylemeyen, başkalarıyla sevişmek için fırsat kollamayan, her adımını sizin de onurunuzu gururunuzu hesaba katarak atan bir koca sağlamayacak. Bu detayı iyi düşünmeniz gerekiyor. Erkek soyadını, bütün bencilliklerine rağmen “terk etmeyecek” kadına "lütfediyor." O soyadına layık görülmekle yetinecek ve yaşayıp gidebilecekseniz böyle düşünen erkeklerle evlenmek için kendi arzularınızdan feraget etmeyi seçebilirsiniz. Fakat bu seçimi yaptığınızda kadınların erkekleri mutlu etmek için yaratılan ikinci sınıf insanlar olduklarını da kabul etmiş olacaksınız. İlerde doğuracağınız kız çocuğunuz da birebir bu karakterlerde erkeklerle tanıştığında, üzülüp kırıldığında ona verebileceğiniz bir tavsiye maalesef ki olmayacak. Çünkü bugün, otuz yıl sonra doğacak çocukların dahi benzer bir kadın-erkek rolü içinde yaşayıp gitmemesi adına kılınızı bile kıpırdatmamış olacaksınız. Belirtmekte fayda var.

Herkese kolaylıklar ve de (böyle bir hayatta mümkünse) mutluluklar dilerim.

*Görsel: Pablo Picasso, "Head of a Woman"

Yorum Yap