Çağın şartlarına göre hastalıklarımız da değişiyor, bilirsiniz. Günümüzün epidemisi; Instagramda Paylaşmazsa Ölecek Hastalığı. Öyle ki bu kişiler bir anı yaşamaktansa paylaşmaya odaklanıyor. Paylaşamamışsa yaşanmış saymıyor. Takipçilere sunulmayan aktiviteyi, aktivite olarak görmüyor ve hatta sosyal medyada reklamı yapılmayan, #iyikim etiketiyle fotoğrafları yayımlanmayan ilişkilerin gerçekliğine inanmıyor. Hesaplarınızda, çift olarak kahvaltı masasında çekilmiş bir fotoğraf yoksa mutlaka mutsuzsunuzdur, mutlu olsanız bizimle de paylaşırdınız değil mi? Böyle şeyler iddia edecek kadar şaşırmış bir kitle var ve sayıları kitleyle ifade edilecek kadar çok maalesef. Daha da kötüsü gün be gün azalmıyor; artıyor. Arkadaşlarına ayıracak, arayıp hal hatır soracak vakitleri olmuyor mesela ama günde on tane hikaye paylaşmaya zaman buluyorlar. Ki bir paylaşım demek filtresi, yazısı, emojisi, kasılacak esprisi derken epey zaman alan bir şey bence.
Lise-üniversite çağındaki çocukları anlıyorum biraz, sosyal medyanın içine doğdular, biz otuzlu yaşlarını yaşayan nesil biraz daha şanslıyız bu açıdan. Ama sorun gençlerde değil. Otuzlu, kırklı hatta ellili yaşlardaki insanların yeni tanıştıkları ve büyüme dönemi alışkanlıklarına epey ters olan sosyal medyayı bu kadar benimsediklerine şahit oldukça, liselilere kızmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Koca koca amcaların teyzelerin kapıldığı furyaya tablet ve cep telefonuyla büyüyen nesil nasıl karşı koysun ki?
Sosyal medya bana, zengin kız fakir oğlan temalı diziler gibi, belli bir yaş aralığında dikkatimizi çeken ama bir süre sonra geçecek bir heves gibi gelirdi. Ki hala öyle benim için. Birçok arkadaşım instagramda hikaye paylaşmayı bile bilmiyor. Ben de ayrıntılarını bilmiyorum ki pek paylaşmam da. Hala daha bazı gönderileri görünce "İnsan bunu neden paylaşır?" diyerek bakakalıyorum ekrana. Alışamadım ne yaptıysam. Telefonuma messenger indirmiyorum, whatsap var zaten, neden bir sürü farklı mesajlaşma programı kullanayım? Ulaşmak isteyen ulaşamıyor mu?
Benim için birinin numarasını almak çok önemlidir hala. Numaranın olması demek onunla iletişime geçeceğimin garantisidir. O numarayı vermenin "Bende bir değerin oluştu," anlamına geldiğini düşünürüm. Ama şimdi insanlar yüz yüze tanışmadan önce birbirleriyle ilgili her bilgiye sosyal medyadan ulaşabiliyorlar. Hesabın gizli olması da bir saklanma şekli değil. Sahte hesaplarla yine öğreniyor öğrenmek isteyen ve gündelik hayatınıza dair birçok şeye vakıf oluyor. İnsan ilişkilerini besleyen merak duygusu otomatik olarak gideriliyor ve kişiler yeni tanışmalarına rağmen üç dört aylık bir ilişkide gibi hissediyorlar. Ya da bazı aşamalar ışık hızıyla atlanıyor. Bu da insanların değer verme anlayışını olumsuz yönde etkiliyor. Kolayca ulaşılan insanlar, kolayca başlayan aşk ya da arkadaşlık ilişkileri, kolayca kurulan samimiyet... Fakat bu kadar kolay kurulabilmeleri bu ilişkilerin kalıcılığı ya da gerçekliğini garantilemiyor. Aksine, içtenliği sorgulama ihtimalimizi artırıyor.
İnsan evrimi milyonlarca yıllık bir süreç ve hayatımıza henüz on-on beş yıl önce girmiş yenilikler (genel anlamda tüm teknolojik gelişmeler) alışkanlıklarımızda bir sıçrama olmasını sağlayamaz. İnsan hala insan. Ve hala merak duygusu canlı kaldığı müddetçe değer verir, özenir, sakınır. Merakın giderilmesiyle kastettiğim fiziksel yakınlaşmalar değil elbette. Bir insanın hesabını sondajladığınızda bedenine dair bir şey öğrenmeyebilirsiniz ama keşif demek hem ruhsal hem de fiziksel olduğu için, kişinin ruhuna dair ilginiz çok kısa sürede biter. Yapmaktan hoşlandığı her şey, bütün etkinlikleri, hobileri, sevdiği kitaplar, filmler, yazarlar, şarkıcılar, gezdiği ülkeler, neleri bilip bilmediği... Her şeye ama her şeye birkaç tıkla ulaşabiliyoruz. Ve o kişiye dair merak edilen tek şey bedeni kalıyor. Ona ulaşıldığında da bitiyor ilişki. Oysa tanışma aşamasındaki insanlar, birlikte vakit geçirdikçe yakınlaşır. Bu zaman dilimlerinde ruhlar da birbirine temas eder, çatışır, direnir, pes eder, alışır, çıkıntı yerler törpülenir, bir adım biri bir adım diğeri atar ve ruhsal uyum gerçekleşir. Rus asıllı psikanalist Lou Andreas-Salome’nin dediği gibi "Bedensel tutkudan ruhsal sempatiye giden yol yoktur ama ikinciden birinciye gidilebilir."
Yaşanılan dönemin gerekleri değişebilir ama zihnimiz hala aynı kodlarla çalışıyor. Modern -artık postmodern- insanın çektiği bütün sancıların nedeni tüketim toplumu olmanın teşvik edilmesi. Kodlarımız bu teşviğe karşı koymaya çalışıyor ama "Tüketmelisin!" mesajı sokağa adım attığımız andan itibaren dört koldan sarıyor etrafımızı. Etkisi sadece somut isteklerimize değil hislerimize de riayet ediyor ve insanlığın ön koşulu duyguları kaybediyoruz. Hatta çoktan kaybettik. Ama içimizde bir yerde özümüz çırpınıyor hala, bu yok edilişe uygun olmadığını haykırıyor ama ulaştıramıyor sesini. Çünkü çevremizden geri kalmamak adına çok derinlere itmişiz onu, duyamıyoruz. O inatla debelenip duruyor, ara sıra bunalıma da sokuyor bizi ama hızla girdiğimiz depresyonlarımızdan aynı hızla çıkıp kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yine de korkuyor insan; ya bir gün üstesinden gelemeyecek kadar dibe çökersek? O günü beklemektense, en azından kendi kişisel hayatımızda, bir önlem mi almalı?
Mart 2019
Mutsuzluğun hakim olduğu, bireyselleşmektense cemaatleşmenin makbul olduğu toplumlarda insanlar, bu cendereden çıkabilmek adına kendi özgürlük alanlarını yaratıp orada yaşamını sürdürüyorlar. İnstagram ve ya başka bir sosyal medya uygulaması bunun yansıması sadece. Tabi bu bir yerden sonra bir kısır döngüye sebep oluyor ve herkes, herkese karşı daha fazla görünmek, anlamsız da olsa bir şekilde hatırlanmak istiyor. Sonra bazen bu ne ya dediğimiz gönderiler ortaya çıkıyor. Bu bir adım daha ileriye gittiği zaman ''ilişkilerini'' bile sosyal medyada yaşayan insanlar meydana geliyor ve o ''iyikim'' gönderileri etrafı kaplıyor. Bir sosyal medya hesabını sondajladığımızda kişiye dair her şeyi öğrendiğimiz, geriye bir tek bedenin kaldığı savına katılmıyorum. O eylemin sonucunda sadece onun göstermek istediği vitrini görüyoruz biz. Onlara bakarak kişiyi tanıdığımızı zannettiğimizde gayya kuyusuna düşüyoruz ve gerçekten bir daha onu, gerçek kimliğiyle tanıma şansımızı sonsuza dek kaybetmiş oluyoruz.
"