Profil

Fatma Katırcıoğlu

Sosyolog & Yazar & Aile Danışmanı
1988'in sıcak bir Haziran günüydü, annemin sancıları biraz erken tuttu ve tam da babamla evlilik yıldönümlerinde ben doğdum. Elbette hatırlamıyorum ama böyle anlatıldı, inandım. Aradan geçen yılları çok hatırlamamakla birlikte kendimi Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünde buldum, ardından İstanbul Üniversitesi'nden Pedagojik Formasyon ve Aile Danışmanlığı Sertifikası aldım. Psikoloji kişisel ilgi alanımdır ve gerekli eğitimleri alarak uzmanlaşma girişimlerim devam ediyor. Sayfamda yazılarımı, hikayelerimi, gezilerimi, fotoğraflarımı, içimde saklanan ve belki de ömrüm boyunca ulaşamayacağım kadına dair paylaşımlarımı bulacaksınız.

Evlilik ve Soyadı Değişikliği

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 30 Eylül 2015'te aldığı kararla evli kadınlar isterlerse sadece bekarlık soyadını kullanabiliyor, Aile Mahkemelerine dava açmaları şartıyla. Daha önce mahkemeler vize verse bile Yargıtay onaylamıyordu. Milenyum çağında -en azından itiraz ettiğinde- hayatına evlenmeden önceki bilgilerle devam edebiliyor kadın.

Evlenen kadının sadece soyadı değil bütün kütük bilgisi değişiyor. Aile sıra numarası evlendiği erkeğin ailesine ekleniyor. Ve bu durum o kadar içselleştirilmiş ki evlenmek üzere olan bir kadın kendi soyadını da kullanmak istediğinde erkek tarafının alınganlıklarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Erkek, eşinin geçmişine dair bir iz taşımak istemesini bile gurur meselesi yapabiliyor. En masum şekliyle, küçük bir çocuk edasıyla sorayım; ‘Eşin soyadını almak kötü bir şeyse, kadınlar neden bu kötü şeye maruz bırakılıyor?’

Evlilik o kadar erkeğe hizmet eden bir kurum olarak lanse ediliyor ki kadın bütün geçmişinden vazgeçmek zorunda bırakılmış. İlköğretim Fen Bilgisi düzeyinde biyoloji eğitimi alan birinin bile soyun tek bir taraf üzerinden yürümediğini bilmesi gerekirken hala daha soy karışıklığı bahanesinin öne sürülmesi kime hizmet eder? Tabii ki ataerkiye. Oysa yaklaşık yirmi yıldır kimlik numaralarımız var, hiçbir bilgi hiçbir bilgiyle karışmaz. 

Bir adamı sevdim, aşık oldum ve onunla aynı evde yaşamak istiyorum diye neden o güne kadar taşıdığım isimden vazgeçmeliyim? Özellikle bizim gibi geleneksel toplumlarda evlilik ‘Ailelerin Evliliği’ olarak görüldüğü halde neden ben aileme dair resmi her şeyin üzerine bir çizgi çekmek zorundayım? Ve neden bunca yıldır bu duruma itiraz eden -üç beş çatlak ses dışında- kimse yok? İlla bir kadının talep etmesi mi gerekir? Erkekler bize bu hakkımızı neden vermiyor? Neden sadece kendilerine yarayacak konularda adalet arıyorlar? Ki o konularda sağladıkları adalet de tartışılır.

Ben erkek arkadaşıma soyadımı almasını teklif edemem. Hakaret olarak algılama ihtimali yüksek ya da kim bilir nasıl tepki verir. Bir erkek eşine karşı diğerlerinden biraz fazla saygılı davrandığında çevresi ona ‘İyi bari, karının soyadını da al.’ diyor. Soyadı almak aşağılık bir şeyse biz neden aşağılanıyoruz?

Erkeklerin soy yürütücüsü değiliz!’ dediğimizde ‘Çocuk sizin de çocuğunuz.’ şeklinde karşı tez sunan kişilere soruyorum; ikimizinse neden otomatik olarak babanın kütüğüne ekleniyor? Benim çocuğum neden Katırcıoğullarının değil de evlendiğim adamın sülalesinin ferdi oluyor? Bizi kuluçka olarak görmüyorsanız çocuğumuza soyadımızı vermek istememiz neden bu kadar zorunuza gidiyor? Tekrarlıyorum; soyadı almak kötü bir şeyse biz neden rıza gösteriyoruz? Cevap çok basit; kadının onuru gururu yok sayılıyor. Erkekler doğuştan getirdikleri cinsiyetleri sayesinde saygıyı hak ediyor ama biz bunun için savaşmalıyız. Neden? Çünkü erkek değiliz! Eşlerimiz bizi toplum içinde rencide edebilir ama biz onları etmemeliyiz. Kocamın ailesiyle yaşamam kimseyi rahatsız etmez ama o benim ailemle yaşadığında anında yeni bir lakabı olur; içgüveysi. Kelime anlamında bir sorun yok elbette ama kullanım amacı sorunlu.

Beni üzen; süregiden hak gasplarına kadınların da gönüllü olması. Farklı bir yaşam arzulamayı sağlayacak akli melekelerimiz çok küçük yaştan itibaren törpüleniyor kabul ama hak arayışlarımıza engel olma çabası erkeklerden çok hemcinslerimizde var. Bilmemeyi anlayabilirim fakat gözünü açmaya çalıştığımız kadınlar neden bu kadar tepkili? Ya da her şeyin farkında olmasına rağmen, sesi çıkanları ‘kötü’ ilan eden kadınların derdi ne?

Özgürlüğün baş düşmanı halinden memnun kölelerdir.’

Kadınlar maruz kaldıkları ‘İkinci Sınıf İnsan’ muamelesinden hoşnut sanırım. ‘zen değiştirmek bana mı kaldı?’ diyor birçoğu. Yüksek lisansı olduğu halde çalışmayan kadınlar tanıyorum; eşinin onu yeterince kıskandığını, bir de çalışma arkadaşları, kariyeri vs. olursa evliliklerinin yara alacağını düşünen kadınlar. Evliliğin yürümesi kadının kendinden vazgeçmesine bağlı ise o kadın bu birliktelikte ne kadar var? Yok maalesef, eşinin hayatını yaşamış oluyor. Bu kadınlar çalıştığında eşi kadar kazancı olabilecek mesleklere sahip, çalışmayan taraf koca olsa da herhangi bir maddi sıkıntı çıkmaz ortaya ama söylediğim gibi bu teklif dahi edilemez.

Simon de Beauvoir yaklaşık bir asır önce şunları diyebilmiş, biz hala nerelerdeyiz;

Sadece erkek değildir kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyor.’

‘Kadın özgürleşmek istiyorsa, ikinci cins olmaktan kurtulmak istiyorsa şunları yapmalıdır: ‘Çalışmak/Üretmek’  ‘Düşünmek’ ‘Kimliğini Yadsımamak’*

Çalışmalı, üretime dahil olmalı, dünyada olup bitenleri takip etmeli, çocuğumuzun geleceği hakkında söz sahibi olabilmeli, ev hanımlığının rehavetine kapılmamalı, düşünce tarihine hakim olmalı, şu an çok basit görünen seçme-seçilme hakkı için canını dişine katan kadın büyüklerimizin kıymetini bilmeli, soyadı ve kütük değişikliğinin ‘kimliğimizi yadsımak’ olduğunu anlamalıyız. Yoksa ‘kadın dehası’ gibi tamlamaları cinsiyet farklılıkları üzerinden komedi yapan oyunlarda duyarız ancak. ‘Oksimoron – Erkek Aklı’ isimli tiyatroda kadın zekasının da oksimoron olduğu ama erkeklerin kadınlardan çekindiği için bunu yüksek sesle dile getiremediği söyleniyor ve herkes gülüyor. Hikaye açısından güzel bir şaka unsuru ancak genel yargının bu yönde olması rahatsız edici. İzleyicilerden kaçı fark etmiştir bilmiyorum tabii. Çıkışta bir anket dağıtıp istatistik yapmak isterdim.

Toplumsal algının kırılması önündeki bir diğer engel, erkeğin ‘yerinden edileceği’ korkusu. Soyadı değişikliğine itiraz etmek vb. mücadeleleri kendilerine saldırı olarak algılıyor fakat yanılıyorlar. İsteğimiz topraklarını fethetmek değil o topraklarda aynı şartlarda nefes alabilmek. 

Virginia Woolf’u analım;

‘İki cinsin birbirine karşı kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu özel ortaokul aşamasına aittir. İnsanlar olgunlaştıkça ‘taraflara’, ‘başöğretmenlere’ ve ‘süslü püslü kupalara’ inanmayı bırakırlar.’**

Yasalar ve toplumsal tahakkümler karşısında eşitlik sağlamak adına uğraş veriyoruz. Amacımız birimizin diğerimizden ‘fazla’ ya da ‘eksik’ olduğunu ispatlamak değil. Aksine, bu ispata girişmenin gereksizliğini anlatmaya çalışıyoruz. Lakin erkekler hayatın hemen her alanına o kadar avantajlı başlıyorlar ki onlara yetişme çabamızı bile kendilerinin geri çekilmesi hatta arkada bırakılması olarak görüyor, konumlarını tehdit ettiğimizi sanıyorlar. Halbuki erkek kadınla yan yana yürümeyi sindirebildiğinde ve kadına hakkı olanı o talep etmeden verebildiğinde, saygınlığından bir şey kaybetmez. Bunları önemseyen kadınlar zaten her bireye sonsuz saygılıdır, birine karşı çirkinleşmemek için o kişinin kendilerinden üstün olmasını beklemezler. Onların nazarında değerli olan, erkeğin bazı ilkel ve insani zaaflardan arınabilmişliğidir ve bunu başarabilenlerin olgun, sağduyulu, güvenilir kişiler olduğuna inanırlar. Zira bir insandan ancak ondan ‘üstün’ olduğunuzda saygı görüyorsanız bu saygı size değil sahip olduğunuz etiketleredir.

Kabul gören toplumsal sistemin açıklarından şikayetçi olan erkekler işe kendi görüşlerini gözden geçirerek başlamalı, belki o zaman özgüvenli hissedebilmek için kadınlar üzerinde hakimiyet kuracak kadar güçlü –statü, servet, nüfuz sahibi- olmaları gerekmez. Bu sayede kendilerini yıpratan birçok baskıdan da kurtulmuş olurlar.

Tam buraya bir temenni bırakayım; umarım bütün erkekler bir kadını nüfusuna geçirmekle bir şey elde edilmediğini anlayacak fikirsel aşamaya gelir ve umarım bu tür taleplerimiz ‘Biz nasıl düşünemedik, çok haklısınız.’ gibi tepkiler alır.

Güzel, güneşli günlere...

 

*Simon De Beauvoir - İkinci Cins

**Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda

Yorum Yap