Pervin Ünalp’ın yazdığı, Nihat Alpteki’nin yönettiği Şehir Tiyatroları oyunu. Oyuncular çok iyiydi. Özellikle Elçin Atamgüç’e bayıldım. Tiyatro böyle bir aşk sanırım. Biz sadece izliyoruz ve sonsuz keyif alıyoruz ama ileri yaşına rağmen uzun uzun diyaloglarla saatlerce sahnede kalmak aşkla da açıklanabilecek bir şey değil. Hayranlık uyandıran bir tutku.
Adından anlaşılacağı gibi geri dönüşü olmayan pişmanlıklarımız üzerine bir hikaye. Yazının devamı oyun hakkında ipucu içeriyor, gitmek isteyenleri uyarmış olayım.
Karısı evi terk etmiş bir adam bir gece salondan gelen seslerle uyanıyor ve tanımadığı yaşlı bir kadınla karşılaşıyor. Önce kadını evden göndermek istese de laf lafı açıyor ve kadın gitmiyor. Adam anlatmak istemiyor ama sonra yaşlı kadının yönlendirmeleriyle evliliğinde yaptığı hataları itiraf ediyor. Yaşlı kadının aile terapisti olduğunu düşünüyorsunuz çünkü adama "Anlatmak kabullenmektir, hadi başla," diyor. Adamın annesi de küçükken onları terk etmiş, bu yüzden karısının gitmesini kabullenemiyor. Birinci perde böyle bitiyor.
İkinci perdede, koca banyoya girince terk eden kadın eve geri geliyor ve o da salonda tanımadığı bir kadınla karşılaşıyor. Kimsiniz diyor, yaşlı kadın eşinin bir akrabası olduğunu söylüyor. Sohbet etmeye başlıyorlar. Kadın kocasını aslında çok sevdiğini ama onun hem aldattığını hem de yakalanınca kendisini dövdüğünü anlatıyor. Yaşlı kadın ısrarla ‘Özür dile ve özür dilendiğinde kabul et’ diyor.
Bir süre sonra koca çıkıyor banyodan. Yaşlı kadın onlara oyunlar oynatıyor, Birbirlerini anlamalarını sağlıyor. Sarılıp barışıyor, ne kadar özlediklerini anlatıyorlar...
Ama aslında bütün bunlar rüyaymış. Adam eşine vurduğu akşam pişmanlıkla evden çıkmış ve bir kaza geçirip ölmüş. Adam öldüğünü kabul etmediği için ruhu evde dolaşmaya devam ediyormuş, onun ruhu gitmediği için aylar geçmesine rağmen karısı da huzura eremiyormuş. Barıştırmaya çalışan kadın ise adamın yıllar önce giden annesinin ruhuymuş.
Geç kalma fikrinin dayanılmazlığını aldatılma ve dövülme üzerinden anlatmasalardı keşke. Yani size vuran ya da aldatan birini affetmemenin alternatifi o kişinin ölmesi olamaz.
Ya da ‘Ya ölürse’ diye düşünerek şahsımıza yöneltilen her hakareti sineye mi çekmeliyiz?
Bence hayır. Konu ölüm olunca diğer her şey elbette önemsizleşiyor ama şiddet ve aile birliğini korumaya yönelik verilen sözlere ihanet, ölümün karşısına konulmamalı. Birinden ayrılmak ölmesini istediğiniz anlamına gelmez.
Vermek istediği mesaj güzel olsa da kullanılan örnekleri sevmedim. Yanlış anlaşılmalar vs üzerinden gidilebilirdi. Bu kadar değerli oyuncular varken elinizde daha mantıklı olmalıydı hikaye.
Kadını; evde yemekleri, ütüyü, temizliği yapan kocası gelince güler yüzle karşılayan bir rolde görmek de hoşuma gitmedi. Adam "Bana hizmetçiliğin yetmiyor, cilve de isterim," gibi bir şey söyledi hatta. Ama kadın "Ben senin hizmetçin değilim," bile demedi. Yakıştıramadım yazara. Umarım evliliklerdeki bu soruna dikkat çekmek istediği için böyle ifade etmiştir.
Hikayenin sonunda kadın suçluluk ve özlem duygusuyla hayatına devam edemiyordu mesela. İlla bir mesaj verilmek istendiyse adamın karısını aldatma ve dövmesine dikkat çekilebilirdi. 'Karımı ne çok üzdüm ama şimdi burada olsa hiç üzmezdim' gibi bir pişmanlık vurgulanabilirdi. Aldatan, döven, sinirle evden çıkan adamın ölmesinin suçu neden ona iyi bir eş olmaktan başka bir şey yapmayan kadının olsun? Bilemiyorum Altan. Dizi - film - oyun yazarları genelde kadın ama kadınları kimliksizleştiren rolleri nasıl yazdıklarını anlayamıyorum.
Salonda genelde üniversite öğrencileri vardı, umarım sadece oyunculuklardan etkilenmişlerdir ve umarım ilişkiler kafalarında bu hikayedeki gibi şekillenmez.