Profil

Fatma Katırcıoğlu

Sosyolog & Yazar & Aile Danışmanı
1988'in sıcak bir Haziran günüydü, annemin sancıları biraz erken tuttu ve tam da babamla evlilik yıldönümlerinde ben doğdum. Elbette hatırlamıyorum ama böyle anlatıldı, inandım. Aradan geçen yılları çok hatırlamamakla birlikte kendimi Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünde buldum, ardından İstanbul Üniversitesi'nden Pedagojik Formasyon ve Aile Danışmanlığı Sertifikası aldım. Psikoloji kişisel ilgi alanımdır ve gerekli eğitimleri alarak uzmanlaşma girişimlerim devam ediyor. Sayfamda yazılarımı, hikayelerimi, gezilerimi, fotoğraflarımı, içimde saklanan ve belki de ömrüm boyunca ulaşamayacağım kadına dair paylaşımlarımı bulacaksınız.

Masumiyet Müzesi & Orhan Pamuk

"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."

Roman bu muhteşem cümleyle başlıyor ve ilerleyen sayfalarda o mutluluk anına dair daha ayrıntılı bilgi veriyor okura; 

"Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi çoşkulu anlarında hayatlarının o altın anını 'şimdi' yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilirler belki ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan da güzelini, daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü özellikle gençliğinde, hiç kimse bundan sonra her şeyin daha kötü olacağını düşünerek hayatını sürdüremeyeceği gibi, insan eğer hayatının en mutlu anını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur."

Eğer her edebi eserin bir şarkısı olsaydı Masumiyet Müzesi’nin şarkısı, hiç şüphesiz, Ezginin Günlüğü & İnsan Sever Bir Kere olurdu okurken buradan dinleyebilirsiniz.

Orhan Pamuk hayranlığımı bilen bilir. Birçok arkadaşım Pamuk okurken zorlandığını söyler ama ben o kadar çok seviyorum ki bazı şeyleri görmezden gelerek, heyecanla okurum. Özlerim onun tarzını. Aynı yazarı bir yıl içinde iki kere okumama prensibimi de yalnızca Orhan Pamuk için çiğnemişimdir. Bazı kitaplarını özellikle okumuyorum ki olur da yazmayı bırakırsa tarzına olan özlemimi giderecek bir eseri kalsın.

Gelelim yıllarca elimin altında tuttuğum ama okumayı ertelediğim Masumiyet Müzesi’ne. Roman, Batılılaşma sürecindeki İstanbul’da yaşayan kalburüstü bir ailenin evlenmek üzere olan oğlu Kemal’in, savunmasızlığını bildiği uzak akraba kızı Füsun’a çekiciliği için yaklaşmasının ardından, bir takım olaylar sonrası içindeki şehvetin yerini saplantılı bir aşka bırakmasını anlatıyor bize. Pamuk eserlerinin en belirgin özelliği dönemin şartlarını bire bir sunmasıdır, bu açıdan yine son derece başarılı. Batılılaşma süreci dememin nedeni de bu. Çünkü o yıllarda Avrupalı olmaya çalışan, ara sıra Avrupa şehirlerine gittiğinde ya da çocuğunu eğitim için gönderdiğinde "Avrupalı" olabildiğini zanneden yurdum zenginlerinin içinde bulunduğu ikiyüzlülükler -aslında hiç de medenileşemediklerine dair bir sürü ayrıntı- tüm çarpıklığıyla gösteriliyor. Çok da iyi oluyor.

Romandaki olay örgüsünü takip ederek, toplumsal kabuller üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Kitabı okumayanlar dikkat; buradan sonrası çok fazla ipucu içeriyor.

Kemal'in aşkına, çektiği acıya, durumu toparlamak için kendini düşürdüğü durumlara sonsuz saygı duymakla birlikte, hiç de masum olmayan yönlerine dikkat çekeceğim. Kemal Füsun’u görür görmez aşık olmuş gibi anlatsa da aslında aklını başından alan şey, kitabın ilerleyen birkaç yerinde de vurgulanan ‘on sekiz yaşına girmiş kız güzelliği’. Kemal, yıllar önce on iki yaşındaki hallerini bildiği ve akılda kalıcı hiçbir özelliğinin olmadığını hatırladığı akraba kızının, uzun bacakları ve biçimli vücudunu görünce karşı konulmaz bir arzuya düşüyor. Kısa süre içinde Mahremiyet Apartmanında buluşup sevişmeye başlıyorlar. Füsun’un on sekizine daha iki ay önce girdiği de sürekli tekrarlanıyor ama Kemal’in nişanlandığı Sibel Füsun gibi küçük değil. Kemal ikisinin de ilk erkeği olmakla övünüyor durmadan, ikisini de kaybetmek istemiyor, ikisiyle de –Füsun’un onu terk etmesi ve tam dokuz yıl süründürmesine neden olan durum- aynı günlerde sevişiyor, sevişebiliyor. Füsun’un yalnızca görselliğinden bahsederken, Sibel’in  ne kadar harika ve kaçırılmaması gereken bir kadın olduğunu anlatıyor.

Neden?

Çünkü Sibel ile aynı sınıfa tabi, oysa Füsun tezgahtar, babası öğretmen, annesi terzi, alt gelir grubundan ve Kemal’in ailesinin çocuklarının eski oyuncaklarını verdiği uzaktan bir akraba. Kemal’in sınıfındaki kadınlar yurtdışında eğitim almış, çevredeki herkesin ideal gördüğü tipolojiler. Füsun gibiler ise, başka hiçbir özellikleri yokmuş gibi, yalnızca güzellikleri anlatılan kadınlar. Bu kanıya nereden vardım?

Kemal’in babası nişandan önce oğluyla yaptığı konuşmada kendisi kırk yedi yaşındayken yirmi yaşında ‘çok güzel’ bir genç kadına kapıldığını, ona ev tuttuğunu, on bir yıl o evde ikinci bir hayat yaşadığını ama kadını kaybettiğini "Ben geç kaldım, sen kalma," tavsiyesi verir gibi anlatıyor. Ve bunu o kadar normalleştirerek anlatıyor ki Kemal babasına "Annemi ve bizi aldattın mı yani?" bile demiyor. Sadece babası da değil, Kemal’in çevresindeki birçok iş adamına dair verdiği ayrıntı sayesinde, hepsinin evli olduğu ama kendilerinden ciddi anlamda küçük kızlarla ilişki yaşadıkları, onlara ev aldıkları ve eşlerin de bu durumu bildiği halde bilmezden geldiğini öğreniyoruz.

Füsun’a aşık bir diğer iş adamı tekstilci Turgay Bey, Füsun henüz on altı on yedi yaşlarındayken onu arabasıyla çalıştığı butikten alıyor, ücra köşelere götürüp öpüyor, belki biraz daha ileri de gidiyor. Füsun ayrılmak istediğinde ise, ona istediği her şeyi alacağını iddia ederek ‘metresi’ yapmaya çalışıyor (Metres kelimesinden hoşlanmasam da kitapta bu şekilde nitelendirildiği için ben de bunu kullanıyorum.) Metreslik teklif edilen küçük bir kız çocuğu halbuki. Fakir bir kızın başını maddiyat ile döndürebileceğini düşünüyor. Füsun’un Kemal ile de zenginliği için olduğunu iddia edenler var ama öyle olsaydı Füsun onu görmek için çalıştığı butiğe gelen ve epey de servet sahibi herhangi biriyle de olurdu, neden Kemal’i seçti?

Bence Füsun her küçük kız çocuğunun kendinden epey büyük bir ‘ağabeyi’ne aşık olduğu o dönemde, evlerine gittiği ve onu arabayla gezdiren Kemal Ağabey’ine aşıktı. Yıllar sonraki karşılaşmalarında, ilk deneyimini çocukluk aşkıyla yaşamak istedi. Aşık olacağını o da hesaba katmadı. Ama aralarındaki büyülü bağa o kadar kaptırdı ki kendini aşkını ilk itiraf eden ve Kemal’e ‘Benim hayatım artık sana bağlı.’ diyen de oydu. Tek bir talebi oldu Kemal’den "Çocukluk bisikletini ve kayıp küpemi al, bize gel." Ama Kemal yaşanacak daha çok zamanları olduğu sanrısıyla erteledi bu isteği. Füsun onun hayatındaki varlığına, ilişkilerini saklamadığına dair bir işaret görmek istiyordu. Erkeklerin sevişmek için evlilik şartı koşmayan kadınlara takındığı tavrı Kemal takınmasın, farkını göstersin istiyordu. Onunla –bir tezgahtarla-  olmaktan utanmasın istiyordu.

Kemal ise ilişkiyi "metres" kategorisinden öteye taşımaya yanaşmadı. Füsun, beraber güzellik yarışmasına katıldığı Ceyda’nın evlenmek üzere olduğunu, adamın ona "ciddi" baktığını anlattı birkaç kere ama Kemal yine anlamadı. Füsun, ‘Ceyda evlenmek ve çocuklarının annesi olmak istiyor, bunlar olduktan sonra güzellik yarışmasının ne önemi var?’ gibi şeyler de söyledi ama Kemal yine oralı olmadı. Çünkü kafasında idealize ettiği; evde ona uyumlu bir eşin olduğu ama dışarıda dünya güzeli gördüğü başka kadınlarla kaçamak ilişkiler yaşadığı bir hayattı. Bu süreçte de, babası gibi, hiçbir ihanet yokmuşçasına mutlu aile imajına devam edecekti.

"Mutluluklarının asıl kaynağı gizli sevgilileri olan, ama karıları ve aileleri sayesinde mutluymuşlar gibi davranan erkekler gibi yapmaya başladığımı, Sibel sayesinde çok mutluymuşum gibi davrandığımı kısa bir an açıkça hissettim."

Hayalleri gerçek olan Kemal’in, Füsun ile yaşadığı olağanüstü güzel duygular sayesinde ayakları yerden kesildi. Onunla değil başka bir kadınla nişanlandığının farkında olamayacak kadar mutluydu. Olur ya insan aşıkken işten çıkarılsa dahi "Amaaann ne olacak, başka iş buluruz," özgüveni taşır. Aşkın zihnimizdeki etkisi o kadar büyüktür ki dünyada aşamayacağımız bir engel yok sanırız. O mutlulukla yanlış kararlar aldığımız da olur. Kemal’in nişanı tam olarak böyle bir psikolojinin sonucuydu.

Nişan töreni romanın dönüm noktası, her şeyi başlatan gece. Kemal -kendisi Füsun’un yanından ayrılıp Sibel ile de sevişmiyormuş gibi- Füsun’un ondan çok önce yaşadığı bir ilişkinin kıskançlığıyla onu ve ailesini nişanına davet etti. Küçücük bir kızın onuruyla oynadığı yetmedi bir de parmağına yüzük takılırken görsün, kıskansın istedi. Burada da Türk erkeğinin kendi haklılığına duyduğu inancın örneği bir davranış çıkıyor karşımıza. Füsun’u soktuğu durumun, onun ‘Benim hayatım artık sana bağlı.’ yakarışlarının hiçbir önemi yoktu. Törende bütün dikkatlerin Füsun’da yoğunlaştığını anlayınca aklı başına geldi. İkisinin uyanışı da aynı gece oldu; Füsun Kemal’in onu metres olarak gördüğünü, Sibel ile sevişmeye devam ettiğini öğrenirken Kemal, Füsun’u hayatında her zaman istediğini fark etti. 

"Bence insanlar, taklit bir ürünü sahte olduğu için değil ‘ucuza alındığı anlaşılabilir’ korkusuyla kullanmak istemezler. Benim için kötü olan şey ise, tabii eşyanın kendisine değil markasına önem vermektir. Kendi duygularına değil de başkalarının ne diyeceğine önem veren insanlar vardır ya hani... (Bir an bana baktı.) Bu akşamı bu çanta ile hatırlayacağım, çok tebrik ediyorum, unutulmaz bir geceydi."

Füsun bunları söyleyip kalktı masadan ve ertesi günkü sınavı kötü geçti. Yaşadığı hayal kırıklığının etkisiyle –romanın sonunda öğreniyoruz- günlerce ağladı, zayıfladı, saçlarını boyatmayı bıraktı, babasıyla şehir dışında bir yerlere gitti. Kemal Füsun gittikten sonra anladı ona ne kadar aşık olduğunu. Ancak o zaman onu görecek olmanın rahatlığıyla bu kadar sorumsuz davrandığının ayrımına vardı.

Kemal’in karakterinden bahsetmek istiyorum tam burada. Kemal şımarık, burjuva çocuğu. Hayatta hiçbir şekilde sınanmamış, çözüm bulmak zorunda kalmamış. Birçok kişinin ulaşamadığı her şeye ulaşmış. Öyle ki arkadaşları evlilik öncesi hayat kadınlarıyla ancak sevişebilirken o Sibel ile birlikte olabilmiş. O konuda bile, sevdiği kadınla sevişecek kadar, şanslı. Füsun’un ona gelmesi de çok kolay oluyor. Ben hikayenin bu kısmını zayıf buldum açıkçası. Dönemin şartlarını bilemeyeceğim ama yukarıda saydığım sebepler de Füsun’un birkaç gün sonra Kemal ile sevişmesini tam manasıyla açıklamıyor maalesef. Kendini keşfetmek isteyen bir kadının kararı da olabilir. Kemal’in  sevişme anlarına dair verdiği ayrıntılardan Füsun’un kendi vücudundaki reflekslere daha dikkatli olduğunu anlıyoruz.

Füsun’un kendiliğinden ikna olması yani ‘istemesi’ yani ‘rızası olması’ndan da bahsedeyim. Nişanlanmak üzere olan biri -kadın erkek fark etmez- o kişiyi hayatı boyunca bırakamayacağını düşünüyorsa kendisine dikkat etmelidir. Bir kadını/erkeği hoş bulduysa ondan uzak durmalıdır. "Füsun da istedi," demek erkeğin kendisiyle ilgilenen kadına "Hayır" dememesini meşrulaştırır. Aldatmamaları için kimsenin onlarla ilgilenmemesi gerektiği gibi bir sonuç çıkar ortaya ve bu anlayış çok yanlış. Füsun ısrar da etse, Sibel’den ayrılmak istemeyen Kemal’in o eve gitmemesi gerekirdi. 

Kemal en iyi ifadeyle bencil. Sibel’i düşünmüyor, Füsun’u düşünmüyor, yukarıda da dediğim gibi kimseyi düşünmek zorunda kaldığı bir hayatı olmamış. İçine düştüğü saplantılı durumda bile yine yalnızca kendi acısına yoğunlaşıyor. Babasının kaybından sonra annesiyle daha bir ilgili olur diye bekledim ama olmadı. Çevresinde neler olup bitti ama Kemal Füsun’u görüp görememek dışında bir şeyle ilgilenmedi. Sibel’i, tek başına o buhrandan çıkamayacağı için terk edemedi ama evlenmedi de. Sibel yılların emeğini bir çırpıda çöpe atmak istemedi, çabaladı da, olmayınca zorlamadı tabii, akıllı kadındı. Bence o ilk şansı da vermemeliydi fakat evlenme kararı almış bir çiftin kriz anlarında nasıl bir psikolojide olacağını bilemiyorum.

Kemal bencilliğine Sibel’i aramayarak, kendiliğinden bitmesini bekleyerek devam etti. Füsun’u bulduğunda, ailesinin, kocasının, mahallelinin ne düşüneceğiyle de ilgilenmedi. "Onu görmek istiyorum, göreceğim elbette, çünkü benim aşkımdan daha önemli hiçbir şey yok," şımarıklığıyla insanların hayatını mahvetti.

Füsun’un önce mutlu bir yuva hayallerini, sonra üniversite kazanma hayallerini, sonra evlenip hayatını düzene sokma hayallerini, sonra film yıldızı olma hayallerini engelledi. Füsun o gün o eve gitmeseydi ve onunla sevişmeseydi, yirmili yaşlarının ortasında intihar edecek bir kadına da dönüşmeyecekti. Son sözleri buydu;

"Üstelik ben onlar gibi olmazdım hiç. Ama siz, meşhur olur, sizi bırakır giderim diye kıskançlıkla hep evde tuttunuz beni."

Füsun ile evlenmek istediğini söylediğinde Kemal’i uyarmıştı annesi Vecihe;

"Kadınla erkeğin, yan yana gelemediği, birbiriyle görüşüp konuşamadığı memlekette aşk olmaz. Neden biliyor musun? Çünkü erkekler uygun bir kadın görür görmez, iyi – kötü, güzel  – çirkin, hiç bakmaz, haftalardır aç kalmış hayvanlar gibi üzerine atlarlar. Hepsinin alışkanlığı budur. Sonra da bunu aşk zannederler."

Füsun’u istemeye gittikten sonra da uyardı oğlunu, Füsun’daki kırgınlığı, bilenmişliği sadece o fark etti. Kendi annesi de dahil hiç kimse göremedi Füsun’un aldatılmış ve hayatı elinden alınmış bir insanın her an patlamak üzere bir bomba gibi dolaştığını.

"Haklıymışsın, güzel, akıllı kadınmış. Sana da iyi karı olur. Ama dikkat et, çok çekmiş gibi duruyor. Tabii ben bilmem ama içindeki öfke, kin, neyse artık, hayatınızı zehirlemesin."

Bir diğer konu; romanın yazıldığı dönemin üzerinden kırk elli yıl geçmesine rağmen erkeklerin kadınlara bakış açısında hiçbir değişimin olmaması, romandaki kadar dile dökülmese de hala daha bekaret üzerinden ahlak bekçiliği yapılması...

En vahim gerçeklerden biri bu bence. Yurtdışında gününü gün edip Türkiye’ye döndüğünde Mehmet ile evlenen Nurcihan. Nurcihan "evlenmeden olmaz'" moduna girince Mehmet’in de garsoniyeri olan bir adamdan oruç tutan birine dönüşmesi. Ve daha bir dolu ikiyüzlülük... Günümüz ilişkilerinde de hala görülüyor benzer sahtekarlıklar. Ve bu insanlar tıpkı Mehmet ve Nurcihan gibi mutlu olacaklarını sanıp, ve yine tıpkı Mehmet ve Nurcihan gibi ilk çocuktan sonra yılda bir kere sevişen ve er geç mutluluğu dışarıda arayan çiftlere evriliyor.

Romanda bekaret kavramından çok fazla bahsedilmesinden rahatsız olmadım değil. Ama Pamuk’un bunu bir dikkat çekme yöntemi olarak kullandığını düşünüyorum. "Bu basit şeylere takıldığınızda neler oluyor görün,"  demek istemiş olabilir. Yani ben buna inanmak istiyorum. Sibel "Seviştiğim adamdan ayrılamam," düşüncesinde olmasaydı aldatıldığını öğrenir öğrenmez ayrılırdı mesela. Ya da Kemal, Sibel’in ona, evleneceğinden emin olunca kendini bıraktığını düşünmeseydi nişandan önce de ayrılabilirdi. Ne kendi hayatı mahvolurdu ne Füsun’un ne de Sibel’in.

Değinmek istediğim bir diğer cinsiyetçi tutum ise -daha doğrusu sosyolojik tespit- sinema sektöründeki erkeklerin tavırları. Pelür Bar’a her gittiklerinde oyuncu, yönetmen, yapımcı, senarist herkesin ama herkesin sektördeki kadınlara ‘Sevişilecek canlı’ gözüyle bakan halleri, okurken sinirlerimi yeterince zıplatmamış gibi, yazarken bile gerilmeme neden oluyor. Füsun’a salt güzelliğinden değil sektörde yeni bir yavru ceylan olduğu için de asılıyorlar. Kendine misyon edinmiş bir kadın önce onların yatak odasından geçmeli, başka ne işlevi var ki! 

Yine yurdumda hiçbir şeyin değişmediğini vurgulamak istiyorum; ‘hayalleri olan kadın’ ‘ özgür kadın’ ‘vizyonu eş ya da annelik dışına taşabilmiş kadın’ denince erkeklerimizin gözünde "cinselliğine kolay ulaşılacak kadın" algısı oluşuyor. Nedir bu algı?

"Bir kadın evinin hanımı, çocuklarının annesi olmak dışında bir amaca tutunmuşsa, düzenli seks ve finansal rahatlık vaadeden evlilik kurumundan yana değildir. Evlilikten yana değilse birileriyle sevişiyordur. Birileriyle sevişiyorsa neden benimle de sevişmesin?"

Bizim daha çok yolumuz var maalesef. Ne çocuk yaşta kızların peşinde koşan Turgaylar Kemaller biter bu topraklarda, ne seviştim diye her şeyi sineye çekebileceğini zanneden ve de çeken Sibeller, ne kocasının yaptıklarını bilen ama boşanmayan Veciheler, ne kızı biriyle sevişmiş diye onu vasıfsız bir adamla evlendiren Tarık Beyler, ne ülküsünün peşine düşen kadından faydalanmaya çalışan Muzafferler ne de tek suçu bir erkeğe güvenmek olan Füsunlar...

Müzeye gideceğim elbette ama bir totemim var, gerçekleşirse gideceğim. Şimdilik yakın tarihte değil, 2019 bitmeden gitmeyi umuyorum. Şunu söylemeden bitirmeyeyim; romanda sevdiğim, bayıldığım, heyecanlandığım, ağladığım bir sürü ayrıntı var. Özellikle Fransız şair Gerard de Nerval'in 'Kaba oyalanmalar'  tabiri kitabı elimden bir süre bırakıp, ağlamamak için dudaklarımı ısırmama neden oldu. Şair hayatının aşkını sonsuza kadar kaybettiğini anlayınca, sonraki hayatının yalnızca "kaba oyalanmalar"dan ibaret olacağını söyler. Kemal de Füsun'dan sonraki hayatını böyle nitelendirir. Ne kadar doğru bir tanım ve bir o kadar da yıkıcı... 

Nisan 2019

Yorum Yap