Fazıl Say eşliğinde;
Geçen yıl bir gün evde kendi kendime düşünürken hayatımın son iki yılını gözden geçirdim ve fark ettim ki bu süreçte yeni tanıştığım bir sürü insan olmuş. Tek tek değerlendiğimde herkesi sonuç şu oldu; yüzde doksan beşi tam bir oç. Daha terbiye sınırları içinde bir sıfat kullanmak isterdim elbette fakat taradığımda kelime dağarcığımı, bulduğum en ağırı buydu. Ve evet, o kişiler akla gelebilecek en çirkin ifadeleri hak ediyorlardı. Ülkem açısından endişelendim bir an. İnsanca ilişkiler kurabileceğimiz birey sayısı yüzde beşe mi düşmüştü? Vahim çok vahimdi…
Neden bu kadar karamsar olduğuma gelince: Manasını bildiğimi sandığım birçok sözcük vardı; samimiyet, sevgi, aşk, sadakat, dürüstlük, vefa, özlem, dostluk… Fakat öğrendim ki hiçbiri benim sandığım anlamları taşımıyormuş.
Sordum aynadaki suretime; "Bunları çıkarınca geriye ne kalır insan hayatında?" cevap bulamadı.
"Sendeki tanımlara bu kadar yabancı karakterlerle nasıl tanışabildin?" dedim, bilmiyordu.
"Son birkaç yıla kadar fanusta mı yaşıyordun?" dedim, "Hayır," dedi.
Ama yine de karşılaşmamıştım ya da farkındalığım düşüktü, yalnızca bakmış, görmemiştim. Ya da hepimiz deneyimlediğimiz kadardık.
İnsanlara dair umudum onulmayacağını düşündüğüm derinlikte yaralar alınca, kendimi, bana zararı dokunmayacak bir şeylere adamam gerektiğini düşündüm. Evde vakit geçirmemi sağlayan bir aktivite bulursam daha az dışarı çıkar, daha az sosyalleşir ve daha az hayal kırıklığına uğrardım. Çünkü kalan umut kırıntılarıma ihtiyacım vardı yaşayabilmek için. Ne kadar içinde olursam olayım alışabileceğim türden değildi şahit olduklarım. Yapmam gereken kanıksamak değil zihnimi onlardan arındırmaktı.
Tarihi koca çınar manzaralı balkonumda otururken, eski ev arkadaşımdan kalan renkli saksılar çarptı bir gün gözüme, içlerindeki toprak kendi çapında verimsizleşmiş hatta çoraklaşmıştı. Toprağın kuru ve ortada bırakılmış hali, içinde bulunduğum duruma ayna tuttuğundan mıdır nedir, dokundu kalbime . Ne yapacağıma dair kafa yordum ve birkaç bitki almaya karar verdim. Bir çiçeğe hayat vermesini sağlayabilir, terk edilmişliğini unutturabilir, işe yarar hissettirebilirdim ona. Başlangıcı nergis ve lale soğanıyla yaptım. Daha önce herhangi bir bitki yetiştirmişliğim yoktu, bilmiyordum kuralları. İlk denemede hüsrana uğramamalıydım. Aylarca bakım istemeyeceği için seçtim soğanlı çiçekleri.
Üç dört ay sonra o çöle dönmüş toprakların içinden açık yeşil bir filiz çıkardı kafasını. O kadar uzaktım ki bu işlere, günler sonra fark ettim nergisimin gökyüzüne bakarak soluklandığını. Fakat bir anlamı olmadı benim için. Ara sıra su vererek izledim büyümesini. Aynı gün ektiğim halde farklı zamanlarda filizlenmişti soğanlar. Bir de aralarındaki mesafeyi fazla tuttuğumdan ayrık ayrık görünüyor, göze hitap etmiyorlardı. Bahar aylarında festival yapılan parklardaki laleler nergisler neden bu kadar güzeldi peki? Bir yerlerde yanlış yaptığım kesindi.
Tam da o günlerde açık öğretimden tarım okumaya karar verdim. Kaydımı yaptırıp kitapları teslim aldığımda, içeriğe bir göz attım ve uzun süre bırakamadım elimden. Çünkü öğrenmekten zevk alacağım bilgiler vardı, üzüldüm örgün okumadığım için. İçerik, bitkileri daha bir merak etmemi sağladı. Üç tane saksı vardı evimde ama artık markete girdiğimde dikkatimi çiçek ve saksılar çeker olmuştu. Özellikle değişik şekilli saksıları görünce alıyordum, nasılsa bulurdum içine ekecek bir tohum. Bu aşamada şevkimi kabartan şey, annemin bahçesinden kopardığım bir dal sardunyanın öylece toprağa sokulduğu halde solmaması oldu. O kadar emeksiz bir çiçek ki günlerce su vermediğinizde bile çiçeklenmeye devam ediyor, üstelik yaz kış demeden. Sardunyanın bir şey yapmamama rağmen açması alıyordu ruhumdaki darbelerin morluğunu, sarı turuncu maviye dönüştürüyordu. Farklı renklerde sardunyalar aldım zamanla. Mesela yavruağzı olanın genleri o kadar baskındı ki tozlanma dönemlerinde diğerlerini de kendine benzetiyordu. Ve o yavruağzı çiçeklerin balkonun taşlarına dökülmüş hali, beni anlam veremediğim bir şekilde gülümsetiyordu.
İkinci üniversitemin dersleri, sardunyaların arsızlığı derken öylesine başladığım iş yaşam amacıma dönüştü. Hiç bilmediğim çiçeklerin köklerini ya da tohumlarını alıyor, hem kitaplarımdan hem de internetten yetiştirme yöntemlerini öğreniyor, geri bildirim aldığım her ürünle biraz daha mutlu oluyordum. Ve ilginç bir şekilde arkadaşlarıma daha az vakit ayırır olmuştum. Ben ki, arkadaşı için, iş çıkışı, Tuzla’dan Avcılar’a giden ve gece geri dönen bir insandım ama artık evden çıkıp Kadıköy’e gitmek bile gözümde büyümeye başlamıştı. Çaba ve zaman en değerli şeylerdir sahip olduğumuz ve insan bunları verdiğinde birine, karşılığında iyilik beklemez ama en azından saygı duyulmasını umar. Oysa insanlar umduğumuz gibi değildir. Sevildiklerini anladıkları an saygısızlaşmaya başlarlar, çünkü çoğu yetişkin bedenlere sıkışmış birer çocuktur. Gerçek, hesapsız sevgi kolay bulunur sanırlar ve bulduklarında özenmek yerine o sevginin üzerinde tepinirler. Ama çiçeklerim öyle miydi? On günde bir su verdiğim halde açtıkça açıyorlardı.
Yalnız, her şey harika gitmesine rağmen menekşe çoğaltma işini beceremiyordum. İş yerimdeki her mevsim çiçekli menekşelerin alt yapraklarından ara sıra çalıyor, bir süre suda tutuyor, köklendirdikten sonra toprağa dikiyor ama yine de artmasını sağlayamıyordum. En kolay çoğalan çiçek olduğunu duydukça üzüntüm daha da katlanıyordu, demek ki sorun bendeydi. Bazen içimden konuşsam onlarla, ne kadar burulduğumu anlatsam da işe yaramıyordu. İtina boca edilmesi çiçeklere de mi iyi gelmiyordu? Nasıl bir düzendi bu böyle adaletsiz?
Yeni bir ritüeli olmuştu hayatımın. Eve girer girmez balkona koşuyor, ilk olarak menekşeler olmak üzere, bütün çiçeklerimi kontrol ediyor, karşılarına geçip beş on dakika oturuyor, sonra odama geçip kıyafetlerimi değiştiriyordum. Git gide her türden çiçek aldım. Açelya, horoz ibiği, siklamen, aloevera, sarı gül, kasımpatı, sukulent, cam güzeli, kuyucak köyünden alınmış lavanta, limon ağacı...
Çiçeklerle de bitmedi hevesim, balkonda sebze işine giriştim. İki kere çekirdekten domates yetiştirdim ama meyve vermedi. Patates ektim, oluşma aşamasında şu an. Semizotu, karnabahar, brokoli, börülce denedim. Börülcelerimle mantarlı yemek yaptım. Maydanoz çıkaramasam da nanelerimden toplayıp salataya kattım. Çilek yedim taze taze dalından koparıp. Ama hatırlatayım, menekşeden bir yanıt alamıyordum. Bir yandan çok mutlu olsam da gözüm hep o saksılara kayıyordu...
Bir yaz tatili sonrası eve döndüğümde yine ilk işim balkona koşmak oldu. On günlük yokluğumda, çiçeklerimin solma ihtimalini göze alamadığım için kurduğum sulama düzeneği işe yaramıştı, hiçbiri bükmemişti boynunu. Hatta bazıları bana eve dönüş hediyesi verircesine birkaç çiçek daha açmıştı. Ama suları kalmamıştı ve ne zaman bittiğini kestiremediğimden su almak için balkondan salona doğru yöneldim. Elimle kapı kolunu çekiyordum ki gördüğüm şey ne yapacağımı unutturdu; menekşe yaprağının dibinde yedi sekiz tane minik bebek gözlerini açmıştı dünyaya. Ve o kadar sevimlilerdi ki bilmezdim kafasını topraktan çıkarmaya çalışan küçük yeşil canlıcıkların beni bu kadar mutlu edeceğini, tam da onlardan umudu kestiğim dönemde. O an içimde patlayan duyguları kocaman bir kahkahayla attım dışarı. Bütün mahalle duydu muhtemelen. Menekşenin yavruları içimdeki arınmanın ve doğuracağım huzur bebeklerinin müjdecisi oldu benim için. Gözlemlemeye devam ettim. Bebekler büyüdükçe onlara kök veren yaprak çürüyordu. Yenilenmenin bir bedeli var doğada. Benim de başka birine dönüşmek, hafızamı sildirmişçesine taze bir hayata başlamak için mevcut karakterimi öldürmem mi gerekiyor? Şimdilik muamma...
Tarımsal faaliyetlerim bahçe ve tarla bitkileri olmak üzere tüm hızıyla devam ediyor. Evet, insanlar beni çok yordu, intikam almam gereken şeylere maruz kaldım ama onlara yeterince vakit ayırdığıma karar verdim. Kavga etmek ya da hesap sormak için geçen süre dahi, bir kere yaşayabileceğim ömrümden harcanmış sayılacaktı. Uzaklaşmayı tercih ettim ve kendime hiç alakam olmayan bir meşgale buldum. Daha eğlenceli, şiddetle tavsiye ederim. Karşılaştığımız olumsuzluklardan sonra bunlara neden olan kişileri yıpratmayı da seçebiliriz ama dünya, balkonunuzun muhteşem manzarası eşliğinde, ellerinizle yetiştirdiğiniz çilekleri yerken daha keyifli. Ne demişti Sabahattin Ali "İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."
Ekim 2018