Profil

Fatma Katırcıoğlu

Sosyolog & Yazar & Aile Danışmanı
1988'in sıcak bir Haziran günüydü, annemin sancıları biraz erken tuttu ve tam da babamla evlilik yıldönümlerinde ben doğdum. Elbette hatırlamıyorum ama böyle anlatıldı, inandım. Aradan geçen yılları çok hatırlamamakla birlikte kendimi Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünde buldum, ardından İstanbul Üniversitesi'nden Pedagojik Formasyon ve Aile Danışmanlığı Sertifikası aldım. Psikoloji kişisel ilgi alanımdır ve gerekli eğitimleri alarak uzmanlaşma girişimlerim devam ediyor. Sayfamda yazılarımı, hikayelerimi, gezilerimi, fotoğraflarımı, içimde saklanan ve belki de ömrüm boyunca ulaşamayacağım kadına dair paylaşımlarımı bulacaksınız.

Yargısız Sevgi Mümkün Mü

Fotoğraf çektirmeyi çok seven bir arkadaşım var. Bakmayın arkadaş dediğime, kardeş kadar yakınız aslında. Birbirimize olan sevgimize güvendiğimden her tavrını tiye alma hakkı bulurum kendimde. Tabii, ona da veririm aynı özgürlüğü. Dostum gibi hissetmediğim biri söylediğinde kesinlikle karşı çıkacağım ya da benimle böyle konuşamayacağına dair uyarmama sebep olacak herhangi bir sözü, ondan duyduğumda asla düşürmem yüzümü.

Yıllar önce, o arkadaşımın evlilik hazırlığı yaptığı vakitlerden bir gündü. Sevgilisinin kız kardeşi ve eniştesiyle tanışacaktı. O gün onu yalnız bırakmamamı rica etti benden, elbette kabul ettim. Misafirler teşrif buyurdu, hoşbeşler yapıldı, bir yandan sohbet edildi öte yandan yemekler yenildi. Masayı topladık ve kahvelerimizi içmek üzere balkona çıktık. Bir süre de orada devam etti muhabbet. Bir ara kısa bir sessizlik oldu, ben de -yeni mevzu açılır niyetiyle- arkadaşıma, “Senin yaklaşık yüz tane albümün var ya hani, getirsene onlardan, bakalım fotoğraflarına,” dedim ve misafirlere dönerek “Bizim kız çok sever fotoğrafları,” diye devam ettim. Arkadaşı değil de ebeveyniydim sanki. Fakat o böyle algılamadı, usulca kalktı yerinden, birkaç albümle geri geldi. Sırayla göstermeye başladı, hemen hemen her karenin öyküsünü anlatıyordu üşenmeden. Anılarından gözleri parlayarak bahsederken bir an duraksadı, ardından acele acele konuşmaya başladı ve “Ben evin üçüncü kızıyım, doğduğumda kimse mutlu olmamış, ablalarımın çocukluk fotoğrafı var fakat benim neredeyse hiç yok, şimdi o açığı kapatmak istiyorum sanırım, her anımı kayıt altına almaya çalışıyorum,” cümlelerini döküverdi dilinden.

O kadar üzüldüm, o kadar utandım, o kadar nasıl kötü bir insan olduğuma ilişkin kendime karşı nefrete boğuldum ki hayal bile edemezsiniz. En biricik dostumu yaşamına dair sevdiği bir detayı açıklamak zorunda bırakmıştım. Bile isteye olmasa da “yaklaşık yüz tane albüm” gibi bir vurgu yaptığım için, onu bu cümleleri kurma mecburiyetine düşürmüştüm. Belki farkına dahi varmadı, belki benim olmadığım yerlerde de açıklıyordu fotoğraf aşkının temelini ancak o gün onu o duyguya iten sebep, benim düşüncesizliğimdi. Sevgilisinin ailesinin kendisi hakkında olumsuz bir fikre kapılmaması adına savunmaya geçmişti. Sözcükleri, herkesin bir kulağından girip diğerinden çıktıysa da benim sol üst köşeme tek tek saplanmıştı bir kere.

Sonrasında düşündüm, çok düşündüm:

Neden insanları kendilerini açıklamak zorunda bırakıyoruz?

Neden, bize aşırı görünen yönlerinin altında derin yaralar olabileceğini hesaba katamıyoruz?

Neden kendimizde, neyin aşırı neyin normal olduğunu saptama hakkı buluyoruz?

Neden, en yakınları olduğumuzu iddia ederken dahi, aşamadıkları travmalarına bir çentik de biz oyuyoruz?

Neden, belki de hala kanayan yaralarını görmedikçe, onları iğnelemekten geri duramıyoruz?

Neden sorgulamadan sevemiyoruz?

Neden yargılamadan sevemiyoruz?

Neden?

Belki de başkalarındaki gedikleri deştikçe kendimizdekileri unutuyor, kusursuz hissediyor, kibrimizi parlatıyoruz. kim bilir?

Mayıs 2021

 

 

Yorum Yap