"ODTÜ Mezunları Derneği Öykü Yarışması Birincilik Ödülü"
Kızıma yumuşak meyvelerden yedirmeye başladım artık, “Kalp atışlarını ne zaman duyacağız?” derken doğdu, büyüdü, ek gıdalarla tanıştı bile. Cam rendeyle kavun hazırlıyorum Feyza Yağmur’uma. Annesi gibi, o da en çok kavunu sevdi. Çocukluğumun kışları, kokusunu tadından çok sevdiğim kavunun tezgâhlarda yerini alışını beklemekle geçerdi. Bugünlerde her mevsimde hemen hemen bütün meyve sebzeleri yiyebiliyoruz, oysa eskiden her şey ancak sezonunda ortaya çıkardı, kadınların aşerdiği yiyeceklerin bulunması pek mümkün olmazdı bu yüzden. Annem ağabeyime hamileyken domates aşerdiğini fakat kış ayları olduğu için hiçbir yerde bulamadıklarını anlatır hala. Canı domatesi o kadar çok çekmiş ki bütün tanıdıklara haber salmışlar. Günlerce beklemiş annem, sonunda bir gün komşulardan biri, kışlık konserve hazırlarken kavanozun kapağını kapatmadan önce içine bir parça domates koyduklarını anımsamış ve fasulye kavanozunu kaptığı gibi anneme koşmuş. Annem kavanozu öyle bir heyecanla açmaya çalışıyormuş ki düşürüp tuz buz oluşunu seyretse bile cam kırıkları arasında arar bulur, mutlaka yermiş o domatesi. Kavanoz da hissetmiş sanki bu özlemi, çok naz yapmamış anneme ve kolayca açılmış. Annem domatesi görür görmez, çatal kaşık aklına bile gelmeden davranmış parmak uçlarıyla ve ağzına götürüp çiğnemeden yutmuş ufacık parçayı. Ancak o vakit susmuş midesindeki canavar. İlginçtir ki o günden sonra hiç domates yememiş. Domatesli yemeklerle büyümediğim için ben de pek hoşlanmam domatesten. Annemle ne vakit pazara gitsek bol bol yeşillik alır fakat domatesleri görmezden gelirdik.
On dört yaşındaydım, bir gün yine annemle pazara gitmiş, bacaklarımızı hissetmeyecek hale gelinceye dek gezinme ayinimizi gerçekleştirmiştik. Gün sonuna doğru annem, son belediye otobüsünü kaçırmamamız gerektiğini, yoksa hem dakikalarca minibüs bekleyeceğimizi hem de üç kat fazla yol parası ödeyeceğimizi söyleyerek koşar adımlarla otobüs durağına yürürken, bense gücüm yettiğince ona yetişmeye çalışıyordum. Durağa varıp otobüse bindiğimizde henüz boş koltuklar göz kırpıyordu, arka tarafa ilerledik ve ben ancak oturduktan sonra derin bir nefes alabildim. Annem ise her zamanki gibi enerji dolu idi. Onun damarlarında yorulmasını engelleyen tılsımlı bir kan dolaştığına inanırdım. Bu inancımın tek sebebi gün boyu koşturduğu halde dinç görünmesi değildi üstelik. İki odalı evimizi kendi başına pırıl pırıl olacak şekilde temizler, aynı gün hem badana boya işlerini bitirir hem camları silerdi hem de bütün perdeleri yıkayıp asardı. Onun o günlerde olduğu yaşlardayım bugün fakat bu bahsettiğim ev işlerini değil tek günde bitirmek hiçbirini kendim bile yapmıyorum. Yalnızca makinede doğru programı bularak çamaşır yıkamayı ve bitince çıkarıp asmayı biliyorum. Ne boya badana yapmaktan anlarım ne de cam silmekten. Annem ufak tefek işlerde yardımımızı kabul etse de ağır yükümlülükleri bize bırakmazdı asla. Hem anne hem de baba olmanın sorumluluğu vardı üzerinde, bir başkasına ihtiyaç duyduğunda başarısızlık hissine boğulacaktı sanki. Bu yüzden hiç hasta olmaz, kimseden yardım istemez, ekmeğimiz bitse komşunun kapısını çalmak yerine pişi yapardı ve üzerine elleriyle yaptığı reçellerden sürüp nasıl da iştahla yediğimizi izlerdi. Hiç aç uyumadık. Bizden, “Babam bizi terk etmeseydi, böyle olmazdı,” gibi cümleler duymamak için heba ederdi kendisini.
O gün de ben pazarda bitap düştüğüm halde onda herhangi bir yorgunluk emaresi yoktu. Eve varınca hangi yemekleri yapacağımıza dair planlarına başlamıştı bile. Biz akşam ne yiyeceğimizi konuşurken otobüs dolmuş ve hareket saati gelmişti. Birkaç kişi vardı ayakta. Kasaba yoluna girene kadar bir durakta daha duracak, sonra ise aralıksız yol alacaktık. Usul usul harekete geçti şoför, ilk durağa vardık. Epey yolcu da orada bekliyormuş, iyice tıklım tıklım oldu otobüs.
Cam kenarındaydım, kimse bana çarpamıyordu ama annem arkaya geçen hemen herkesten en az bir dirsek ya da çanta darbesi yemişti. O, “Dikkatsizler yahu!” diye söylenirken yanı başımızda, uzun boylu, açık tenli, beyefendi duruşlu, giyimiyle resmi bir kurumla ilgili olduğu izlenimi veren, yakışıklı bir genç peyda oldu. Akşam çöktüğü için, camdan dışarı bakar gibi yaparak gencin yüzünü inceliyor, onu neden daha önce görmediğimi düşünüyordum. Küçücük kasabamızda herkes birbirini tanırdı. Öyleyse bu yakışıklı kimdi? Ben çocuğa hissettirmeden camdaki yansımasını kesedurayım, annem çoktan, çocuğun çantalarını elinden almış ve ayaklarımızın dibine yerleştirmişti. Annemin yardımseverliğine çocuk da beyefendiliğiyle karşılık verdi ve sohbet etmeye başladılar. Çocuk, Utku, bizim oralı fakat merkez mahallenin biraz dışında oturan ailelerden birinin oğluymuş. Yirmi dört yaşındaymış, kasabamıza dört beş saatlik mesafedeki fakültenin matematik öğretmenliği bölümünden mezun olmuş, evine dönüyormuş. Aramızdaki yaş farkını hesapladım hemen ve benden epey büyük olduğunu fark edince kurduğum düşleri aşk tarihimin tozlu sayfalarına uğurladım. Oysa annem ona yaşını sorana kadar geçen yaklaşık on dakikalık sürede ne senaryolar yazmıştım: Adını bilmediğim bu çocuk kasabamıza yeni taşınan bir ailenin en fazla lise çağındaki oğluydu. Bu sene olmasa da seneye aynı okulda olacaktık ve bugün -yol boyunca bakışacağımız için- aramızda gelecek yıl filizlenecek aşkın tohumları atılmış olacaktı. Ben lise son sınıfa geldiğimde birbirimize açılacak, okulun en gözde çifti olacak, beraber üniversiteye hazırlanacak, aynı üniversiteyi ve bölümü kazanacak, yerleşkenin de en gözde çifti olacak… Sonsuza kadar mutlu yaşayacaktık.
Hayallerimde bindiğimiz fayton bal kabağına dönüşünce, sohbetin yetişkinlerin anlayacağı düzeyde olduğunu fark ettim ve yaz tatili boyunca okumayı planladığım romanların kaç tanesini bitirdiğim üzerine düşünmeye başladım. Öğretmenime söz verdiğim üzere romanların özetlerini çıkaracaktım. Oysa ben yalnızca okumuştum ve henüz iki sözcüğü yan yana getirememiştim. İlk gençlik bile sayılmayan bir yaşta, on dakika içinde, hem âşık olmuş, hem terk edilmiş hissetmiş, hem aşk acısı çekmiş, hem de hayatıma kaldığım yerden devam etmeye karar vermiştim. Yaş aldıkça da bu aşamaları bu kadar kısa sürede ve de ağrısız atlatabileceğimi sanırdım o günlerde. Lakin bazı yaşanmışlıkların nihayetinde gördüm ki biz büyüdüğümüzü zannederken olumsuz deneyimlerin ömrümüzden çaldığı süreler de uzuyor.
Peki, annemin yaşadıklarının ağrısını dindiren bir ilacı var mıydı? Tek başına iki çocuğu büyütüyor ve hiçbir zaman şikâyet etmiyordu. Hisleri var mıydı? Biri için heyecandan nefesi kesilmiş miydi hiç? Benim gibi on dakikalık hatta belki yıllar süren kalp çarpıntıları yaşamış mıydı? Babam bizi ben henüz bir yaşındayken terk ettiğinde ona kızmaktan çok sevdiği adamın özlemiyle savaşmak zorunda kalmış mıydı? Bu sorulara boğulduğum vakitlerde bir an önce büyümek isterdim; büyümek ve annemin en yakın arkadaşı olmak, bana içini dökmesini sağlamak, üstünü kapattığı yaralarına merhem sürmek, belki sarmak, sarmalamak…
Annem, otobüsün gündemine bomba gibi düşen gençle -eski sevgilimle- sohbeti epey ilerletmişti. Bütün genç kızlar çocuğu gözetlerken, o, otuz beş kırk yaşlarındaki, hafif balıketi, esmer güzeli, dolgun ve biçimli dudaklı annemle, epey zevk aldığı dikkatlerden kaçmayan bir muhabbete dalmıştı. Nasıl ki ben şahsımdan hoşlandığına inanıyorsam, diğer kızlar da gencin kendileriyle yakınlaşmak için annemle sohbet ettiğini düşünüyordu. Bizim koltuğa attıkları kaçamak bakışlarından okuyabiliyordum bu sanrılarını.
Şoförün saatte en fazla kırk kilometreye çıktığı yolculuğumuz yaklaşık bir saat sürdü. Daha doğrusu otobüsün ilgi odağı genç arkadaşımızın yolculuğu bir saatti, bizimki on, on beş dakika daha devam etti. O indikten sonra kızlar çeşitli bahanelerle annemle iletişim kurmaya çalıştılar. Kimi annemin yaptığı baklavalar gibisinin olmadığını söylüyor, kimi geçen bayram anneme diktirdiği elbiseye herkesin nasıl bayıldığını anlatıyor, kimi derslerimde yardıma ihtiyaç duyup duymadığımı soruyordu fakat hepsinin aklını kurcalayan tek şey annemin çocukla neler konuştuğuydu. Annem, onların geçtiği yolları projesini kendi çizmişçesine iyi biliyordu. Övgülerinin sebebini anlasa da toyluklarını yüzlerine vurmayan bir edayla, tek tek bütün soruları yanıtladı. Son durağa vardığımızda, yolcular, özel araçla evlerine bırakılmış gibi mutlu ayrıldılar otobüsten. Aynı yağmurun altında ıslanacak kadar yakın bir mesafede yakışıklı birinin nefes aldığı bilgisi, genç yaşlı demeden herkesin yüzünde ılık ılık esen nisan rüzgârı etkisi yapmıştı. Kadınlarımız hayatlarındaki erkeklerden bu kadar mı hoşnut değillerdi ki Utku onlara kadınlıklarını hatırlatmıştı?
Annem, ben ve evimize kadar çantaları taşımamıza yardımcı olan birkaç genç kız, kısa bir yürüyüşün ardından, iki odalı, müstakil evimizin bahçe kapısına vardık. Kızlar bir akşam mutlaka bize misafir olmak istediklerini söyledikten sonra yollarına devam ettiler. Evde bizi bekleyen ağabeyim, kapı sesini duyar duymaz koşmuştu. Annemin elindeki çantalara davrandı ve “Bensiz pazara gitme, demiyor muyum?” diye mırıldanarak içeri girdi. Ağabeyim zaman zaman bizi sakındığını düşünmemizi sağlayan cümleler kurar fakat her hafta pazara gitme günü geldiğinde, akşamdan, ertesi gün arkadaşlarıyla çok önemli bir işinin olduğunu söylerdi. Annem de ben okuldayken yalnız gider, yaz tatillerinde ise mutlaka beni de yanında götürürdü. Ağabeyim, annemin babalığına da çok alışmıştı. Kendisini evin erkeği gibi görmüyordu. Oysa annem onun bu role girmek isteyeceği günün hayaliyle yanıp tutuştuğu için kendi çözdüğü problemlerimizi dahi ağabeyim çözmüş gibi anlatırdı komşulara. Bu hikâyeleri duyunca gözlerime yerleşen şaşkın bakışlarımı yakaladığında ise ağabeyimin ayakkabısının kapımızın önünde durmasının bile başımıza gelebilecek birçok belayı önlediğini, bu yüzden ona saygıda kusur etmemem gerektiğini öğütlerdi bana. Annem tek başına her şeye yetişiyorken, bize zarar vermek isteyen insanlar üzerinde ağabeyimin ayakkabısı kadar caydırıcılığı neden olamıyordu? Ancak onun yaşına geldiğimde cevaplayabildiğim sorulardan biriydi bu da. O günlerde ise sual olarak kalıyor, bazen öğretmenlerimle konuşmayı düşünsem de, belki annemin incineceği bir meseledir, diyerek vazgeçiyordum.
Ağabeyimin göstermelik nezaketi kısa sürdü her zamanki gibi. Çantalardan çıkanları buzdolabı ve mutfak dolaplarına yerleştirme angaryası annemle bana kaldı. Ben sebze-meyveleri ayırırken annem yemek yapmaya başlamıştı bile. Önceki günden biraz çorba kaldığı için rahatladı, yalnızca yemek pişirmek yeterli olacaktı. Biberleri doldururken benden de yeşili bol bir salata yapmamı rica etti. Alelacele hazırlanan yemeğimizi keyifle yedik. Annem bulaşıklara dokunmamamı tembihledi: O gün ikimizin de haşatı çıkmış, ertesi gün teslim edilecek bir siparişi de yokmuş, tembellik yapmayı hak etmişiz. Annem bunları anlatırken ağabeyim çoktan çıkmıştı evden. Bizimle çok fazla bir arada bulunmazdı o. Bazen yemeğini yedikten sonra hepimizin yatak odası olan diğer odaya çekilir, bazen de dışarı çıkar ve gece yarısı ya da biz uyuduktan sonra dönerdi eve. Bizi kendine denk görmüyordu. Kendisini soktuğu çıkmazlardan kadınlarla değil, erkek arkadaşlarıyla dertleşerek kurtulmaya çalışırdı. Annem ise her şeyi bilir yine de ağabeyimin yanlış kararlarıyla ilgili konuşmazdı. O gece de ters giden bir şeylerin olduğunu hissettiğimiz halde sustuk. Hem mutfak hem salon olarak kullandığımız odamızda ayaklarımızı uzatıp, “Acaba bu akşam hangi dizi vardı?” diye birbirimize sorduk. Ben okul boyunca hep ders çalıştığım, annem de her akşam dikiş diktiği için dizi takip etmiyorduk. Yine de televizyonu açıp izlemeye başladık. Annem bir süre öylece, dalgın dalgın ekrana baktıktan sonra bir anda doğruldu uzandığı sedirden, bana baktı, gözlerinde yıldızlar yanıp sönüyordu ve “Sana bir şey göstereceğim lakin ağabeyine bahsetmek yok! Söz ver!” dedi. “Elbette, anneciğim,” deyiverdim. Beklediğim an gelmiş miydi, yoksa? Artık annemin en yakın arkadaşı, dostu, sırdaşı mı olacaktım?
Annem yatak odamızdaki yüklükten bozma gardırobumuzdan küçükçe, kilitli bir sandık çıkardı. O sandığın orada olduğunun ayrımındaydım fakat içinde babama ait eşyalar olduğunu düşündüğümden, karıştırmaya cesaret edememiştim. Annem, gözlerindeki parıltıyla birlikte, masamızın üzerine koydu sandığı. Dikiş makinesinin çekmecesini karıştırdı ve bir anahtar buldu, sandığı açtı, içinden yazmaya sarılmış bir şişe rakı çıkardı. Yazmayı sıyırdı çevik hareketlerle, göz kırparak “Sen değil, ben içeceğim ama söz verdin; aramızda kalacak!” dedi. Annemin değil içtiğini alkollü içeceklerin varlığından haberdar olduğunu dahi bilmiyordum. Hevesini kaçırmamak adına sakladım şaşkınlığımı, “Tabii söylemem anne. Hem nasıl söyleyeyim alla’sen?” dedim. Annem rakıyı buzdolabının dondurucusuna attı, yarım saat bekledikten sonra “Bu kadar yeter,” dedi ve aldı. En üstteki mutfak rafının arka taraflarına uzanıp el yordamıyla bir rakı bardağı buldu. On dört yaşındaydım ve annemi hiç bu kadar kıpır kıpır görmemiştim. Ağabeyimin yanında da diğer günlerden farklı olduğunu anlamıştım fakat o evden çıktıktan sonra daha bir duyulur olmuştu eteklerindeki zillerin sesi. Küçük bir tabağa meyve hazırladı. O gün bu yazın ilk kavununu da almıştık, mütevazı fasıl mekânımızı mis gibi kavun kokusu sardı. (Büyüdükten sonra şunu da öğrendim ki rakı kavunsuz içilmezmiş. İçilirse de verdiği tat ancak sevmeden sevişmeye benzermiş.) Bir yudum rakı, bir dilim kavun derken iyice gülümser oldu annem. Daha önce hiç sözünü etmediği anılarını döktüyse de babamdan hiç bahsetmiyordu. Sanırım yanılmıyordum, annemin sırdaşı olacağım gece gelip çatmıştı. Üç beş yıl sonra rakısına da eşlik eder miydim? Ya da annem bir daha böyle neşeli olur muydu? Olmalıydı. Anneme kahkahalarla gülmek nasıl da yakışıyordu. On dört yaşındaydım ve buna da ilk defa şahit oluyordum.
Çoğu ayrıntısını kaçıracağım kadar soluksuz bir halde binbir anı anlattı. O da bir zamanlar gencecik bir kızmış, âşık olmuş, sevmiş, süper kahraman değil, insanmış. Aşka dair tanımları içimi bir cesaretle doldurdu. Otobüste on dakika da olsa aşk yaşadığım, hatta paralel evrende çoluk çocuğa karıştığım gence getirmek istedim konuyu. “Anne, bugün çantalarına sahip çıktığın ağabey, neydi onun adı?” diye sordum çekindiğimi gizleyerek. “Utku’yu mu soruyorsun?” diyerek yanıtladı annem.
“Bilmem, Utku muydu? Duyamadım ki, hep siz konuştunuz.”
“Hep biz mi konuştuk?”
“Ya ne? Herkes sizi dinledi. Ben sıkıldım bir ara, başka şeyler düşündüm ama siz hiç susmadınız.”
Annemin tebessümü tüm yüzüne yayıldı. Yerini unuttuğu bir uzvuna kan pompalanmaya başlamıştı sanki.
“Ne de güzel geçti vakit… Düşünsene Zeliha, Utku yarın geliyormuş kapımıza, ‘Ben sana âşık oldum, Semahan,’ diyormuş. Düşünsene; gencecik delikanlı, bana, annene, iki çocuğu olan kocaman bir kadına âşık oluyormuş.”
Nutkum tutuldu, anne kız aynı kişiye âşık olmuştuk! Üstelik anneminki on dakikayla sınırlı kalmış gibi görünmüyordu. Onu daldığı hayallerle baş başa bırakmam gerektiğini ayrımsadım o saniye, tek kelime etmedim. Vereceğim yanıt önemli değildi zaten. Sarhoşluğun kendi kendine konuşma evresine çoktan geçmişti ve masumca bir hayaldi rüzgârına kapıldığı. On dört yaşındaydım ve otuz sekiz yaşındaki annemin aşka duyduğu özlemin ete kemiğe bürünmüş haliyle tanışıyordum. Annem hayallerine devam etti fakat hep “O,” dedi, ismini zikretmedi. O geceden sonra bir daha hiç duymadım Utku sözcüğünü ondan. Ta ki lise üçe geçtiğim yaz tatilinde bir öğleden sonra, Utku’nun annesi Meral teyzenin annemin ellerine, “Belma ile Utku’nun bu mutlu günlerinde…” şeklinde başlayan bir davetiye bıraktığı güne kadar. Davetiyeyi aldı güzel annem, yanıma geldi, “Utku evleniyormuş, ne güzel…” dedi. “Utku kimdi?” diye sormadım, ikimiz de biliyorduk. Uzaklara sabitledi gözlerini, suskunlaştı. Sonrasını biliyorsunuz; ağabeyimin evden çıkacağı anı kollama, sandığın masanın başköşesine yerleşmesi, rakı, kavun, beyaz peynir, barbunya... Hiç duymadığım anılar… Yalnız bu defa danslarla değil gözyaşlarıyla süslenen kahkahalar... Aralarında ne yaşandı ya da yaşandı mı, hiç bilmedim. Sormaya da cesaret edemedim. Hala daha sırdaşı olamamışım demektir.
Feyza Yağmur mızmızlanmaya başladı, acıktı sanırım, o da bir gün akıllı bir genç kız olacak ve annesinin duygularını anlamlandırmaya çalışacak mı acaba?
Mayıs 2023